ZAMAN ZAMAN İÇİNDE
Neredeyse hepimizin bildiği ve severek izlediği “geleceğe dönüş” film serisini hatırlarsınız. Filmde, bir delikanlının kazara 1985 yılından 1955 yılına gitmesi konu edilir. Geçmişte yaptığımız hataları geriye dönüp düzeltmek ya da geçmişte yaşanılan güzel anları ve duyguları tekrar yaşamayı kim istemez ki. Ancak filmde olduğu gibi anne ve babasının lise çağına dönen ve onlarla tanışan genç, yanlışlıkla annesinin romantik ilgisini çekince anne ve babasının aşık olmasını engellediği için hatasını telafi edip, 1985 yılına geri dönmek zorundadır. Bu açıdan bakıldığında film: geçmişe dönmek güzel de eğer “uslu” durmazsak ya da yanlış güne dönersek bugünü de kaybedebileceğimize ilişkin uyarılarda bulunuyor adeta. Hatta filmin bir sahnesinde, delikanlının aile fotoğrafından silinmek üzere olduğunu görürüz.
“Zamanda yolculuk” şimdilik sinema filmlerinde ya da benim yaptığım gibi fotoğraflarda mümkün olabiliyor. Ancak, gelecek bilimcilerin çoğunun kafasındaki mesele bu gibi. Hatırlayalım: “Uzay Yolu” dizisindeki kaptan Kirk ve Mr. Spock arasında herhangi bir gökadaya ışınlandıklarında, iletişimi şimdiki cep telefonları benzeri cihazlarla kuruyorlardı. 1970’li yılların başında Türkiye’de yayınlanmaya başlayan ve siyah-beyaz olarak izlediğimiz dizideki bazı teknolojik öngörüler bugün gerçekleşmiş daha da ileriye taşınmış durumda. Bilim insanları “ışınlanma” dediğimiz kütle transferini gerçekleştirmek için harıl harıl çalışıyorlar.
İşin teknolojik yanı bir yana, ben bu eski zaman fotoğrafına yanlışlıkla değil isteyerek girdim. Ona, en son annemi de yitirdikten sonra ana ocağımızda kalan fotoğraf albümünü incelerken rastladım ve orada olma isteğim depreşince aydınlık odanın da katkılarıyla o güne gitmeye karar verdim. Amacım bir hatayı düzeltmek değil, bugün gibi anımsadığım o an’ı ve duyguları yeniden yaşamaktı. Ancak fotoğraftaki duruşum ve ellerimin hareketli oluşu, filmdeki delikanlı örneğindeki, “uslu” durmak istemediğimin kanıtı gibi. Fotoğraftakiler de beni gördüklerine memnun görünüyorlar. Dizlerimin dibindeki ninem, iki ellerini dizlerine koyarak klasik “eski zaman kadını” pozunu vermiş. Ne çok yaşanmış öykülerini masal gibi dinlemiştim. Arnavutluk’un bir köyünden, bir gecede ailecek toparlanıp günler boyu süren çileli yolculuklarını kâh Arnavutça kâh Türkçe anlatırdı. Bazen ağlamaklı olur tütün yaprakları üzerine çiğ taneleri gibi düşerdi duyguları, boğazında düğümlenirdi kelimeler. O anlarda bir sessizlik olur, annemin ortamı rahatlatmak için getirdiği koyun-keçi sütünden yapılmış tarçınlı sütlacı kaşıklarken, “yaşa moy gelin” diyerek kendine gelirdi. Çoğu kez evdekiler tarlaya bahçeye gidip evde yalnız kaldığında, yarı ağlamaklı ağıtlarını yüksek perdeden seslendirirdi. Geriye baktığımda, bugün bile kulaklarımda çınlayan bu sesleri, zamanın olanaksızlıkları nedeniyle kaydedemediğime üzülüyorum. Kim bilir, bugün gelecek için neleri kaçırıyoruz ve nelere hayıflanacağız.
Annem, bir yanılsamanın ya da bir düşün etkisinde sanki. Adeta imrenerek, biraz da mahcup bakıyor bana. Fotoğraftaki zayıf ve çelimsiz hali düşkünlükten değil, o yılın başında daha sekizinde kaybettiği yavrusunun acısını taşımaktan yorgun düşmüş. Bir gün önce yürüyerek hastaneye götürülüp doktorların, “yatıralım” kararı sonrasında ertesi gün ziyarete gittiğinde aldı kötü haberi. Karanlık ve soğuk kış akşamlarından birinde, sarı titrek lamba ışığında bekletti bedenini bir gece. O'na doyamayacağını bile bile. Poyrazdan esen sert rüzgârlar eşlik ettiler çığlığına. Gözlerinden süzülenler, yıllar boyunca aktı, gitti, sel oldu.
2012 ‘de Nisan ayında, “Kırlangıç Fırtınası”nın estiği bir günde kaybettim annemi. Köklerinden koparılmış, adeta ıssızlığın ortasında kalmış gibi hissetmiştim kendimi. Ardından, kaybedişimin bir yıldönümünde duygularımı kendimce şöyle dizelere dökmüştüm:
“Bu yıl yine sensiz mayıs güllerin, sakız sardunyaların, zambakların.
Seni sordu bahçende gülhatmiler, galalar ve asmada üzümlerin.
Mis kokuyor çiçekleri, adınla anılan yediveren limonun.
Fesleğenler bekliyor okşasın diye ellerin…”
Ben, neşeli halimle yaşımın verdiği umursamazlıkla, sonrasında çocuk sahibi olunca anlayacağım; yanımda duranların sorumluluk duygusundan uzak, ninemden farklı masallar anlatan birini dinler gibiyim. Daha o yaşlarda büyümüştüm aslında. Mart ayından başlayıp Eylül ayında biten bir süreçte, sabahın erken saatlerinde annemin: “hadi oğlum az kaldı artık” diyerek uykumu istemeden bozduğu günlerdeyim. Benim uykumu bozan da fotoğrafta arka planda görünen belki birçoğunuzun anlam veremediği üst üste dizilmiş, Necati Cumalı’nın “Tütün zamanı” kitabında bahsettiği, sigara yapımında kullanılan tütünden başkası değil. Yalnız tütün olsa iyi, evdeki üç beş koyun ve keçinin güdülmesi işi de evin küçüğü olarak bana aitti. O nedenle bana kimse “iki koyunu güdemez” diyemez:)) İlkokulumuzun başkanı olarak, yaz tatili boyunca cuma günleri Türk Bayrağı’nın okulda göndere çekilmesi ve pazartesi sabahı indirilmesi görevi de bana verilmişti. Daha o zamandan, bir törende değil yalnız başıma olmama rağmen Öğretmenin: “Bayrağı göndere hızlı çekecek, yavaş indireceksin” talimatına harfiyen uyarak. Talimat diyorum, bunun: Roma İmparatorluğundan bugüne gelen, bugün de gereksinim duyduğumuz bir anlayışı, öğretmenimizin bizlere kavratmaya yönelik bir uygulaması olduğunu düşünüyorum. “Gravitas”: Ağır başlı ciddiyet, “Pietas”: Üstün insanlık ve bağlılık duygusu, “Simplicitas”: her türlü iş, görev ve hizmette kesin ve değişmeyen dürüstlük.
Karşısındaki ben ise, sanki benzer duygu durumlarını taşıyor gibiyim. Yıllardır göremediğim, sesini duyamadığım, kokusunu hissedemediklerimin özlemini giderirken birşeyler kaçırmama telaşındayım sanki. Kendime, yukarıda belirttiğim “Roma ahlakı” ilkelerini iyi bellemem, bundan şaşmamam gerektiğini söylemek istiyorum. Rengim başka bir zamandan olduğumu kanıtlar nitelikte. Fotoğrafın “şimdiki zamanı sunduğu” gerçeğinden hareketle burada; geçmişteki şimdiki zamandan ve şimdideki şimdiki zamandan bahsedebiliriz. Tabi bu yazıların yazıldığı sırada yeni bir şimdiki zamanın oluştuğunu unutmadan. Saint Augustinus'un daha Ortaçağ’dan tanımlamaya çalıştığı gibi:
“Eğer hiçbir şey olmamış olsaydı geçmiş zaman olmazdı, eğer hiçbir şey olacak olmasaydı gelecek zaman olmazdı, eğer hiçbir şey olmasaydı şimdiki zaman olmazdı. O hâlde şu iki zaman, geçmiş ve gelecek, geçmiş artık olmadığına göre gelecek de henüz olmadığına göre ne biçimde vardır? Yine şimdiki zaman eğer hep şimdi olsaydı geçmişte kaybolmasaydı artık ‘zaman’ olmazdı, ebedîlik olurdu. O hâlde ‘şimdi’nin ‘zaman’ olması için geçmişte kaybolması gerekiyorsa hangi anlamda ona ‘Vardır.’ diyebiliriz? Mademki var olmasının nedeni var olmayı bırakması oluyor, bu durumda var olmamaya gittikçe ‘zaman’ olduğunu söylememiz doğru oluyor.” (Saint Augustinus, İtiraflar).
Bu kavramlardan çıkardığım: “şimdiki zaman”ı önemsemek. Yaşadığımız anı bir daha geri dönmeyecek şekilde yaşamaya çalışmak. Derin uykuda, adeta ölümü yaşadığımız her gecenin sabahında, uyandığımıza sevinip onu değerlendirmek. Şair Can Yücel bu anlayışı bir şiirinde söyle dile getirmiştir:
“Ömür dediğin üç gündür;
Dün geldi geçti, Yarın meçhuldür.
O halde ömür dediğin Bir gündür; o da bugündür.”
Fotoğraflar bunu anlamamıza yardımcı oluyor…
26 Mayıs 2020