RADYO

ARKASI YARIN
"....
- Zeliş, (Tütün zamanı)
- Yazan: Necati Cumalı
- Anlatan: Kerim Afşar
- Efektör: Korkmaz Çakar
- Oyuncular: ….
- …..”
Anlatıcının tok ve gür sesiyle başlardı heyecan. Her gün saat tam 10’da ve yaklaşık kırk beş dakika süresince, ellerimiz işte kulağımız radyoda, adeta nefesimiz kesilircesine dinlerdik. Hele bizim yöremize, bizim yaşam biçimimize ilişkin bir öykü olduğunda ertesi günü iple çekerdik. Sabah beşte kalkıp tütün kırmaya gider, dokuzda eve gelip kahvaltı yaptıktan sonra arkası yarın başlamadan önce tütünü iğnelere dizmeye oturmuş olmalıydık. O kırk beş dakika süresince, tütün tapalarının iğneye geçiş seslerinden ve dışarıdaki kumru ve kırlangıç seslerinden başka ses duyulmazdı etrafta. O zamanlar tek iletişim aracımız ve karanlık gecelerimizin aydınlık sesiydi radyomuz. Altı pilli transistorlü Grundig. Ne çok pil aldım ona. Bir de on iki numara lamba şişesi ve fitil. Sonradan gaz lambası yerine lüx lambası kullanılmaya başlayınca, bakkaldan periyodik olarak aldıklarım arasından fitilin yerini amyant almıştı. Ülkenin en batısında yaşamamıza rağmen ve beş kilometre uzağımızdaki Nahiye'de elektrik olduğu halde bizim köyde elektrik yoktu. Önceleri anlam veremediğim bu durumun nedenini yıllar sonra köyün ileri gelenlerinden biri kulağıma şöyle fısıldadı: “…falanca seçimde köydeki sandıktan Türkiye İşçi Partisi’ne üç oy çıktı o nedenle bizim köyü kırmızı çizgi ile işaretlediler” dedi. Ne derece doğruydu söyledikleri bilemiyorum ama, bugüne kadar tanık olduğumuz Türkiye’de siyaset yapma ilkelerini özetler nitelikteydi.
Ayrıca hatırlıyorum, her seçim öncesinde köyün toprak yolunun asfaltlanacağı söylentileri yayılır, YSE (yol, su, elektrik) kamyonları ve greyderleri köye gelirlerdi. Hasırdan fötr şapkalı, aynalı gözlüklü “çakal” lakaplı şefleri, sağa sola emir yağdırır, belden aşağı küfürleşmeler arasında Adem ağabeyin kahvehanesinde “beleş” çaylarını içer çekip giderlerdi. Geriye sadece yolun kenarındaki hendeği traşlayan greyder kalırdı. Seçimden sonra ise, yolun asfaltlanması bir yana toprak bile dökülmezdi. Köylülerin sevinci hep kursaklarında kalırdı.
Nasıl olduysa yıllar sonra, dosyadaki “kırmızı çizgi” biraz solmuş olsa gerek, köyün ovası olarak nitelenen bölgede, deniz kenarında, Ankara’lı emekli paşaların kurdukları yazlık siteye gidecek elektrik hattının, adeta köyün içinden geçecek olması üzerine, “ayıp olmasın” diye bize de bir “lütuf”ta bulunuldu. Ancak, elektrik hatlarındaki direklerin çukurlarını, köylülerin açması şartıyla. Yeter ki elektrik gelsin mantığı ile köylüler buna razı olmuş, evimizin köşesindeki kayalık alana açılacak trafo direğinin çukuru da bizim şansımıza(!) düşmüştü. O trafo, 45 yıl sonra, bu yıl yenilendi.
Biz yine radyoya dönelim. Daha dokuz yaşımdayken, 20 Temmuz 1969 yılında, Neil Armstrong’un; “benim için küçük, insanlık için büyük bir adım” olarak nitelendirdiği, aya ayak basma anını da bu radyodan dinlemiştim. O tarihte henüz köyümüzde elektrik yoktu. “Eller Ay’a biz yaya” deyimi o zaman çıkmıştı her halde. Bir başka önemli olayı; 20 Temmuz 1974’te, Kıbrıs Harekatı’nda Ecevit’in “Biz aslında savaş için değil, barış için; yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için Ada'ya gidiyoruz” şeklindeki ilk demecini de yine aynı radyodan dinlemiştim. Ayrıca her perşembe akşamı meşhur “radyo tiyatrosu” saatini de belirtmeden geçmeyeyim.
Annemle komşu ziyaretlerine gittiğimiz bazı akşamlarda eve döndüğümüzde, rahmetli ninemi Rum radyo istasyonlarını dinlerken bulurduk. Sınıra yakın olduğumuzdan bazı istasyonlar TRT'den daha net dinlenebiliyordu. Ninemin, optik yasalarını bilircesine, ocak üstündeki rafta, radyonun yanında duran el aynasını yansıtıcı olarak kullanıp lamba ışığından istasyon aramak için yararlandığına şahit olmuştum bir kez.
Bir radyo fotoğrafı, beni birçok fotoğrafa götürdü...
7 Mayıs 2017