KOLAY GELSİN

KOLAY GELSİN
Uzun yaz günlerinin bir pazar sabahında, kırmızı toprak döşenmiş yolun küçük bir tepesini aşan siyah renkli, yassı, geniş bir otomobil, tepenin düzlüğe birleştiği noktaya indiğinde, sanki giderken çıkardığı tozun farkına varmış gibi ani bir şekilde yavaşlayarak birkaç metre sonra durdu.
Güneş, henüz o yakıcı etkisinden uzak, kızıl sarı renkte parlak ışıklarını yayarak yeni doğmuştu. Etrafta, yolun sol tarafında kalan sakin denizden gelen serin esinti ile küçük balıkçı motorlarının ahenkli sesleri yankılanıyor, akşamdan sabaha otlar üzerine boncuk taneleri şeklinde yayılmış çiğin kesif kokusu hissediliyordu. Arabanın durduğu noktada yolun sağ tarafında yemyeşil görünen bir tarlanın ortasında iki kişi, yan yana, sırtı yola dönük, eğilmiş halde çalışıyorlardı. Çıkardığı tozun yatışmasını bekler gibi kısa bir süre kararsız durduktan sonra arabanın önce sağ ön kapısı açıldı. Orta yaşta sayılabilecek bir adam arabadan indi. Oldukça iri göbeğinin şeklini almış beyaz kısa kollu gömlek ve lacivert pantolon giyinmiş, spor ayakkabıları olan, siyah iri camlı gözlükleri ile tam kontrastlık oluşturan şakak bölgesindekiler pamuk yumağı gibi kabarık, tepedekiler ise kısmen dökülmüş ve başının her iki yanında kalanlar güneşin etkisiyle uçuşan ışık demeti gibi saçları, açık alınlı, kollarından henüz yeni güneşe çıktığı anlaşılan adam, tarlada çalışanlara sesini duyurmak istercesine, göğsünü yukarı çekerek gür bir sesle: “kolay gelsin” dedi ve tarladakilere doğru yürümeye başladı.
Tarlada çalışanlardan biri kadın, diğeri de kadının çocuk denecek yaştaki oğluydu. Kadın, “şalvar” denilen, tarlada rahat hareketi sağlayan bir işlik takım giymiş; başında: yöredeki kadınların “boru” dedikleri, güneş siperliği olan, beyaz bir baş örtüsü, ellerinde de parmak uçları açık, dirseklerine kadar uzanan siyah eldivenler vardı. Oğlanın yüzü güneşten iyice bakıra dönmüş, kısa saçları saman sarısı gibiydi. Rengi solmuş kırmızı renkli bir tişört giymiş, sağ elinde annesininkine benzer dirseğine uzanan bir eldiven vardı. Kadın ve oğlu, yola dik konumda yaklaşık iki karış mesafede, sıralı halde dikilmiş yer yer bir metreye yükselmiş bitkilerin gövdeleri üzerinde aralıklı olarak sıralanmış yaprakları koparıyorlardı.
Arabanın tepe üstünü aşarken çıkardığı gürültü ile tarladaki oğlan, genellikle her araba geçişinde yaptığı gibi bir ara doğrulmuş, arkasına, yola bakmıştı ama tekrar belini eğip işine döndüğünde siyah araba henüz düzlüğe ulaşıp durmamıştı. Özellikle pazar günleri bu yoldan sık araba geçişi olur, yöredeki deniz kenarlarında yer tutma adına erken saatlerde yolu toz dumana katarlar, yol kenarındaki otlar ve tarlalara ekilmiş ne varsa yaz boyunca adeta kırmızı tozla kaplanırdı.
Adamın sesini işitince, elimde biriktirmiş olduğum desteyi yere bıraktıktan sonra doğrulup arkama döndüm ve bize doğru gelmekte olan adamı görünce bir süre öylece bekledim. Adam iyice yaklaşınca “Sağ olun” dedim. Annem belini kaldırmadan, bir ara duraklayarak diz üstünden, başıyla geriye doğru baktıktan sonra dönüp işine devam etti. Arabadan, benimle yaşıt denebilecek yaşta, yazlık giysileri içinde bir oğlan ve daha küçük yaşta bir kız çocuğu da inmiş, tarlaya girmiş adamı takip etmek isterken, arabadaki bir kadın telaşlı bir şekilde geri dönmeleri için sesleniyordu. Ancak çocuklar kadını dinlemeyip tarlaya girdiler ve adamın yanına geldiler.
Adam: “Kardeş, nedir bu yaptığınız, böyle güzel yeşillikler içinde” diyerek söze başladığı anda annem işini bırakarak elinde yeşil yaprak destesiyle çevik bir hareketle doğruldu ve yerinden kıpırdamadan adama döndüğü anda ayakta, adama dönük haldeki ben: “sigara içiyor musunuz?” diye sordum. Adam: “ara sıra, keyif için ama ne ilgisi var” dedi. Annem sözü kesilmiş gibi benden önce söze girerek hafif tebessümle: “işte o keyif için içtiğin zehir budur” dedi. Adam “yapma yahu, tütün mü bu? Hiç görmemiştim. Tütün buymuş demek” dedi hayretle. Eğilip bir yaprak koparmaya çalışırken gömlek cebindeki sigara paketi ve çakmağı yere düştü. Bir yaprak kopardı ve eline yapışan yaprağı önünü arkasını döndürerek inceler gibi yaptı. Düşürdüğü sigara paketini ve çakmağı alıp cebine koyarken Tütün ile ilgili bazı sorular sordu. Tarladakiler; bu işin her yılın mart ayından başlayıp eylül ayına kadar süren zorlu bir süreç olduğunu, dikiminden kırımına, kurutulmasından depolanmasına kadar verdikleri emekleri adama anlattılar. Kadın: “bu güzel yeşil’i bir de bize sor” dedi. Başlangıçtaki güleç yüzü gerilmiş, kaşları çatılmış, “boru”sunun altındaki güneş görmemiş yüzü kararmıştı sanki. Adam ortamı yumuşatmak ister gibi gülerek bana döndü; “göster bakalım delikanlı nasıl topluyorsun yaprakları” dedi. “Buna tütün kırmak denir” dedim. “Kır bakalım o zaman” dedi adam.
Eğilerek, bıraktığım yerden, yaklaşık dört parmak genişliğinde aralıklı sıralanmış, yukarı doğru ince bir gövde etrafındaki tütünlerin yapraklarını aşağıdan yukarıya, her bir kökten birer ikişer adet sağ elim ile koparıyor, kırdığım yaprakları, o sırada dirseğimi dizime dayamış olduğum sol elimde deste şeklinde biriktiriyordum. Daha iki kökteki yaprakları almıştım ki adam “makine gibisin maşallah, çok hızlı oldu bir kez de yavaş yap bakalım, ben de denemek istiyorum” dedi. Bu kez aynı işlemi, filmlerdeki yavaşlatılmış gösterim gibi, bir kökteki yaprakları ağır ağır, göstererek kopardım.
Bu işlem beceri ve deneyim gerektiren bir işti. Elin ayası yukarı gelecek şekilde, orta ve yüzük parmağın arasına alınmış, neredeyse parmak kalınlığındaki kökün helisel bir hat üzerinde, dibinden tepesine doğru aralıklı olarak köke dizilmiş, kısmen sararmış tütün yaprakları koparılıyordu. Tütün yaprakları, üç parmak kullanılarak koparılıyordu. Alttan birbirine bitiştirilmiş işaret ve orta parmak, üstten de baş parmak arasında sıkıştırılan yapraklar köke bağlı damarlı kısmından birer birer sıyrılarak gövdeden alınıyordu. Adeta bir makine gibi çalışan eller, yukarıdan bakıldığında, kökün etrafında saatin tersi yönünde, aşağıdan yukarıya hareket ederek bir kökteki olgun yaprakları koparıp tamamladıktan sonra diğerine geçiyordu. Bir yaprak aşağı doğru sıyrıldığı anda, baş parmak bir miktar yukarı kalkıyor, bilek içe dönerken yükseliyor ve diğer yaprağı yakaladıktan sonra kısa bir hareketle aşağı sıyırıyordu. Bu hareketler her kök için yaklaşık iki üç saniye sürüyordu. Her kökten toplanan yaprak sayısına bağlı olarak, koparan elde üst üste biriken yapraklar, iki kökte bir, dirseği dize dayanmış haldeki diğer ele aktarılıyordu. Kısacası bu bir bilek işiydi. Yer yer tepelerinde pembe beyaz renkli çiçekler olan tütün sıraları, tarla boyunca devam ediyor, tütüncüler, bu işi adeta bellerini kaldırmadan yapıyorlardı.
Adam da eğilip bir kökten benim yaptığım gibi yaprakları kırmaya çalıştı ancak bir iki yaprak kopardıktan sonra adeta nefes nefese; “ı ıh bu iş bana göre değil” deyip doğrulduğunda yüzü parlamış, pancarı andırır bir renge bürünmüştü.
Bu sırada adamın çocukları da neredeyse boylarına kadar yükselmiş tütünlerin tepelerindeki çiçeklerden ve tütün yapraklarından kopardılar. Küçük kız, tütünler arasından geçerken, saçına tütün çiçekleri yapışmış halde; yoldan geçen arabaların savurduğu kırmızı tozlu, yapışkan tütün yapraklarına sürtünen elbisesi kirlenince ağlamaya başladı ve arabaya doğru koşmaya başladı. Bunun üzerine adamın oğlu “hadi baba, daha botumu şişircez” deyip adamı bir kolundan arabaya doğru çekiştirdi. Adam, “tamam oğlum” dedi ve tarladakilere tekrar “kolay gelsin” diyerek arabasına yöneldi. Annem çoktan eğilmiş tütün kırarken “tütün buruştu hadi” diyerek beni uyardı. O sırada annemin uyarısını duymadım bile; sessizce adamın arkasından baktım ve siyah araba hareket edene kadar öylece bekledim. Araba hareket ettiğinde adam elini başına götürerek selamlama hareketi yaptı. Kapısının siyah camı kapanırken arabanın penceresinden kısa süreli bir nefes duman uçuştu. Araba hızlanarak yoluna devam ederken ben; eğilmiş halde, iki dirseğim dizlerimde, arabanın toprak yolda kırmızı bir toz bulutu içinde güneşe doğru yol alışını seyrediyordum.
Temmuz 2020