IŞIĞI BULDUM SOKAKTA

Yedi katlı bir apartmanın sokak kapısı açıldı ve uzun boylu, sarı dalgalı saçlı, uzamış sakallarıyla yaklaşık yirmi beş yaşında genç bir adam dışarı çıktı. Yoluna devam etmeden önce saatine baktıktan sonra başını göğe doğru kaldırdı. Gözlerinde; çerçevesiz, alt ve üst yatay kenarları diğerlerine göre biraz uzunca, sekiz kenarlı camları olan bir gözlüğü vardı. Gökyüzünün parçalı bulutlu yer yer görünen maviliği, gözlük camlarından yansıdı. Sağına dönerek omzunda çantası kaldırımdan yürümeye başladı. Dört blok yürüdükten sonra tekrar sağa saparak birkaç adım ötedeki merdivene doğru yöneldi. Oldukça geniş olan merdivenin her iki yanında yaşlıların ve engellilerin tutunarak yürüyebilmelerine olanak sağlayan, borulardan yapılmış korkuluklar vardı. Merdivenin yıllardır burada var olduğu, yapıldığı taşlardan anlaşılmaktaydı. Genç adam korkuluklara tutunmadan hızlı adımlarla basamakları tırmandı ve yukarıdaki caddeye çıktı. Sola dönerek, az ilerideki durağa gelmekte olan otobüse binmek üzere adımlarını hızlandırdı.

Durakta bekleyen kalabalık bir gurup vardı. Arka tarafta duvara dayanmış iki kişi sigara içiyorlardı. Başına yün bir atkı sarmış, siyah pardösülü, elinde bez bir çanta tutan yaşlı bir kadın, kapalı kısımda oturuyordu. Kızlı erkekli, ayakta bekleyen bir gurubun, ellerinde kitaplar, omuzlarında çantalar vardı. İki kız, kendi aralarında, girecekleri sınavın zor olacağından bahsederken diğer bir gurup arasındaki konuşmalarda: “demokrasi”, “çevre duyarlılığı”, gibi cümleler işitiliyordu. Yolcularını alıp hareket ettiğinde otobüse en son genç adam binmişti. Yaşlı kadın ve arkada sigara içen iki kişi otobüse binmediler. Yolcularını alıp devam eden otobüsün tabelasında, “ÜNİVERSİTE” yazıyordu.

Ertesi sabah, genç adam kahvaltı sırasında bir yandan hazırladığı tostunu yerken, masadaki telefonunun ekranı üzerinde parmaklarını hareket ettiriyor, ara sıra da mutfakta buzdolabı üzerine yerleştirilmiş, küçük ekranlı, eski model bir televizyondan haberleri izliyordu. Spiker, o gün yurtdışı gezisinde olan başbakanın programından bahsediyor ve gezisi hakkında görüntülü ve sesli bölümler aktarılıyordu. Başbakan, ülkesindeki “huzur ve refah” ile “özgürlük”lerden bahsediyordu. Genç adam bir ara telefonundan başını kaldırdı, sanki telefondan okuduğu bir bilgiyi kontrol etmek ister gibi masadan kalktı, televizyonun yanında duran uzaktan kumandayı alarak ayakta kanalları taradı. En bilindik ve Amerikan ortaklı bir haber kanalında pelikanların yaşamını anlatan bir belgesel, diğer kanalların çoğunda, sanki aynı kalemden çıkmış haber metinleri ve görüntüler yer alıyordu. Masaya döndü ve bir yandan tostunu yerken kumandanın birkaç tuşuna daha basarak yabancı dilde yayın yapan uluslararası haber kanallarından birini açtı. Burada ise bir gece önce İstanbul’da yaşanmış bazı olaylardan, Taksim’de “gezi parkı” diye adlandırılan bir parkta bulunan ağaçların, “alışveriş merkezi” yapılmak üzere kesilmemesi için direnen gençlere, polisin “orantısız güç” kullanarak göz yaşartıcı gaz sıktığı, bu olaylarda çok sayıda gencin yaralandığından bahsediyor ve bazı gençlerin tanıklıklarına ilişkin görüntüler yayınlanıyordu.

Genç adam, tostunu bitirip çayından bir yudum daha aldıktan sonra saatine baktı, telaşla kalkıp televizyonu kapattı. Telefonunu cebine koydu, masayı toparladı, banyoya geçerek ellerini yıkayıp dişlerini fırçaladı. Gözlüğünü çıkarıp camlarına hohladıktan sonra aynanın alt rafında duran rulo kâğıttan bir parça koparıp sildi. Aynada saçlarını elleriyle düzeltti ve çantasını alıp aceleyle evden dışarı çıktı. Hızlı adımlarla her gün yürüdüğü kaldırımdan yürüdü. Dört blok sonra sağa, merdivene doğru yönelirken daha da hızlanmıştı. Merdiveni hızlıca, adeta koşarak tırmanmaya başladı. Fakat henüz birkaç basamak çıkmıştı ki birden durdu. Sağına soluna ve merdivene dikkatlice bakmaya başladı. Sonra çıktığı basamaklardan geriye dönerek indi. Merdivenin ortasına geçti, bir tablo izler gibi merdivene bakmaya başladı. Yüzünde sevinç ve şaşkınlık karışımı bir ifade vardı. Etrafındaki insanların bazıları ellerinde telefonları ile fotoğraf çekiyorlardı. Merdivenden inenler aşağıdan kendilerine doğru bakan ve gülüşen insanlara meraklı meraklı bakıyor sonrasında kendileri de durumu fark ettiklerinde arkalarına dönüp manzara izlercesine basamaklara bakıyorlardı.

Merdiven onlu guruplar halinde 40 basamaktan oluşuyordu. En üst basamaktan başlayarak basamakların ön yüzeyleri değişik renklerde boyanmıştı. Sarı, turuncu, kırmızı, yeşil, mor, mavi ve lacivert. Genç adam bir ara saatine baktı, koşar adım basamakları tırmandı ve otobüs durağına yöneldi. O, daha durağa varmadan, üniversite otobüsü son yolcusunu alıp hareket etmişti bile. Durması için elini kaldırdığı halde otobüs önünden hızla geçti. Henüz elini indirmemişti ki durağa yaklaşan sarı renkli otomobile yönelerek “taksi” diye seslendi.

Gün içinde, aynı ofiste görev patığı çalışma arkadaşlarına merdivenden bahsettiği, tavır ve hareketlerinden belli oluyordu. Elinin baş ve işaret parmaklarını belli bir açıklıkta tutarak kolunu soldan sağa doğru hareket ettiriyor, alt alta bu hareketi tekrarlarken, basamakların boyalı şeritlerini tanımlıyor gibiydi.

O gün, bir laboratuvar olduğu anlaşılan ve çeşitli cihazlarla donatılmış büyükçe bir odada çalıştı. Altta sabit ve üstte hareketli, mengeneye benzer çeneleri olan bir cihazda, çeneler arasına, ortası belirli bir forma göre inceltilmiş, yaklaşık bir karış boyda silindirik metal parçalar yerleştirerek sıkıştırıyor, makineyi çalıştırdıktan birkaç dakika sonra da homurdanan ve titreşen makineden gelen “tık” sesi ile metal parça ortadaki ince kısmından kopuyor, ortam aniden sessizleşiyordu.

Gün boyunca değişik metalik özelliklerdeki bu deney örneklerini makineye taktı, söktü. Akşam geç saatlere kadar çalıştı. Deney örneklerinin bulunduğu metal kutu boşalınca, makineyi temizledi ve yaptığı deneylere ilişkin verileri, cihazın bilgisayarından odasındaki bilgisayara aktardı. Diğer çalışma arkadaşları, normal mesaileri bitince ayrılmış, yalnız kalmıştı. Elini yüzünü yıkayıp laboratuvarın bölünmüş bir köşesindeki çalışma odasına döndüğünde beyaz önlüğünü çıkarıp askıya astıktan sonra masasına geçti. Bilgisayarındaki birkaç dosyaya girerek verilere ve kanca şeklinde görülen grafiklere kabaca göz gezdirdi. Bir ara esneyince kol saatine baktı, bilgisayarını kapatarak masasını düzenledikten sonra ceketini giydi, telefonu ile çantasını alarak odasından çıktı, son kez laboratuvara bakarak kapının yanındaki bir panodan bazı sigortaları indirdi, ışıkları kapatıp laboratuvardan çıktı.

Eve dönüş yolunda sabah otobüse bindiği durağa geldiğinde, saat neredeyse gece yarısını gösteriyordu. Ortalıkta kimseler yok gibiydi. Merdivenden inerken sabah etkilendiği manzaraya tekrar tekrar baktı. İnip tekrar çıktı, inerken kollarını iki yana açıp sanki uçuyormuş gibi yaptı. En alt basamaktan yola inip son kez tekrar geriye dönüp baktı. Bu sırada üst caddede, merdivenin başlangıcında bir kamyonetin durduğunu, kasasındaki birkaç kişinin ellerinde uzun sopalar ve kovalarla kamyonetten indiğini gördüğü anda, önüne dönüp, evine doğru yöneldi ve binanın köşesinde gözden kayboldu.

Ertesi gün epey geç uyandı. Günlerden pazardı. Önceki günün yorgunluğu ile olsa gerek zor uyandı. Duşunu aldı, bornozu üstünde olduğu halde mutfağa geçerek çaydanlığı ocağa koydu. Dolaptan iki yumurta alarak içine su doldurduğu genişçe bir cezvenin içine koydu ve ocağa yerleştirerek altını yaktı. Banyoya dönerek saçını kuruladı ve odasında giyindi. Mutfağa dönüp iki kişilik kahvaltı masasını hazırladıktan sonra evin diğer odalarından birinin kapısını iki kez tıkladı, bir kadına ait olduğu belli olan “gel” sesini duyunca kapıyı açtı. İçeriye girdiğinde, bir yatağın üzerinde oturur biçimde doğrulmuş, ayaklarını uzatmış halde duran bir kadın vardı. Yatağın yanında bir engelli sandalyesi, ön tarafı yatağa dönük olarak duruyordu. Kadın ellili yaşlarını biraz aşmış, zayıfça, omuzlarının biraz üzerindeki dalgalı saçları yer yer beyazlamıştı. Genç adam odaya girer girmez; “dedim sana, hafta sonları da alalım şu kadını ama beni dinlemedin be oğlum. Ben yaparım dedin, ne oldu? Gördüğün gibi ilaç vaktim geçti” şeklinde bir serzenişte bulundu. Genç adam kadının boynuna sarıldı ve sağ yanağına bir öpücük kondurduktan sonra “üzme canını tatlım, bir seferden bir şey olmaz, kahvaltı hazır hadi geçelim” dedi ve kadını koltuk altlarından tutarak sandalyesine oturmasına yardımcı oldu. Ardından tekerlekli sandalyenin arkasına geçerek mutfağa doğru yürüttü.

Dışarıda ince ince bir yağmur yağıyordu. Apartmanın ikinci katında bulunan dairenin caddeye bakan mutfak penceresinden sadece yoldan geçen araçlar ve karşı kaldırımdaki yüksek binalar görülüyordu. Daracık caddenin her iki yanına yüksek katlı, bitişik düzende apartmanlar yapılmıştı.
Genç adam kahvaltıda annesine bir gün önce gördüğü merdivenden bahsetti. Ayrıca televizyondan duyduğu haberler ile ilgili konuştular. Kadın merdiveni merak ettiğini, mutlaka görmek istediğini, bugün tatil olduğundan merdivene kadar kendisini götürmesini istedi. O, yağmurdan bahsetse de “Bahar yağmuru bunlar. Zaten gideceğimiz yer şuracıkta, ne zamandır içeride, bu karanlık ortamda tıkıldım kaldım, gün ışığını arar oldum” dedi. Genç adam: “bakarız” dedi.

Öğleden sonra, hava açılır gibi olunca, genç adam pencereden dışarıya ve gökyüzüne baktıktan sonra kadının omuzlarına bir şal örttü ve başına, etrafına kırmızı kurdele sarılmış, geniş kenarlıklı beyaz bir şapka koydu. Tekerlekli sandalyeyi dairenin kapısına doğru sürdü. Kapının yanında, duvarda, bir erkek ve bir kadının yan yana, ayakta durur halde çekilmiş, tonları hafif solmuş bir siyah beyaz fotoğraf asılıydı. Sarışın olduğu anlaşılan fotoğraftaki adam, kravatlı siyah takım elbise giyinmiş, siyah yuvarlak çerçeveli gözlük takmıştı. Kadın ise, dizlerinin hizasındaki boyda beyaz bir elbise ve yine beyaz renkli yüksek topuklu ayakkabılar giymişti. Ellerinde neredeyse dirseklerine kadar beyaz eldivenler, beyaz bir çanta ve başında beyaz bir şapka vardı. Kapı dışarıdan kapandı.

Genç adam ve tekerlekli sandalyedeki kadın, apartman kapısının önünde göründüler. İkisi aynı anda gökyüzüne baktılar, yağmur tek tük damlalar halinde devam etse de durmuş gibiydi. Gökyüzünde bulutlar ayrılmış mavilikler yer yer görülmeye başlamıştı. Genç adam sağa yönelerek tekerlekli sandalyeyi merdiven yönüne doğru sürdü. Dört blok ilerledikten sonra sağa, merdivene dönecekleri sırada, tekerlek altına sıkışan küçük bir taş parçası, bir süre köşede oyalanmalarına neden oldu. Sandalyeyi ilerletirken arka tekerleği engelleyen taşı ayağı ile kenara itmeye çalışıyor ve kendi kendine söyleniyordu. Bu sırada kadının: “hani oğlum merdiven” dediğini duydu. Genç adam, tekerleği taştan kurtarıp başını merdivene çevirdiği anda adeta olduğu yerde çakılıp kaldı. Bir süre öylece bekledi. Sağ eliyle sandalyeyi tutarken sol eliyle sakallarını sıvazlayarak elini çenesinin altında yumruk yaptı. Hızlıca tekerlekli sandalyeyi ilerleterek merdivenin başına getirdi ve tekerleğin frenine bastı. Merdivene doğru bir iki adım atarak basamakları yukarıdan aşağıya süzdü. Daha önce gökkuşağı renklerine boyanmış yüzeylerin bu kez gri renkte boyanmış olduğunu ve bazı yerlerde, paket taşlarının arasından alttaki renkli boyaların göründüğünü fark etti. Yağmur durmuş, güneş çıkmış ve gökyüzü aydınlanmıştı. Ne diyeceğini bilemez bir halde tekerlekli sandalyedeki kadına döndüğünde kadın eliyle gökyüzünü işaret ediyordu. Genç adam başını gökyüzüne doğru kaldırdı. Yağmur sonrası çıkan bir gök kuşağının tam altındaydılar. Bir süre öylece kalarak gökkuşağını kısık gözleriyle taradı. Gökkuşağının görüntüsü aynı zamanda gözlüğünün camlarından yansıyordu. Eğilip kadının sağ yanağından öptü. Tekerlekli sandalyeyi döndürüp eve doğru yürüttü.
29 Ekim 2013