EYLÜL
1983 yılı Eylül ayının başında “şafaklar” bitmişti aslında. Devam eden günlerden sekizincisinde, başı dumanlı Ağrı dağına yakın, uçsuz bucaksız bir düzlükteki çadırımın kapısı dışardan açıldığında vermişlerdi, son şafak müjdesini. Başımdaki “siyah bere”yi, sırtımdaki “hâkî” elbiseyi ve ayaklarımdaki siyah botları çıkarıp vücudumun sadece belden yukarısını yıkayabilmiştim, yine hâkî renkli bir tankerin çeşmesinden. İki yıl önceden bir depoda emanet kalan valizimdeki pantolonu giyerken, kemerime iki delik daha açmam gerekmişti. Beni garaja yetiştiren hâkî renkli aracın şoförü, bu yolculuğa sanki ben değil kendisi çıkacakmış gibi telaşlı ve sevinçliydi. Nihayet, “Tanrıverdi” otobüsüne bindiğimde güneş epey yükselmişti gökyüzünde.
Dile kolay, otuz saat sonra, 9 Eylül günü, Atatürk’ün dinlenme yeri Belkahve’den körfezi gördüğümde, yolu gözlemek için koridora sarkıtmaktan yorulmuş bedenimi koltuğa çekip derin bir oh çekmiştim. İzmir’e ilişkin bu önemli günün anısını yaşatan tören kıtaları çoktan girmişti Kordonboyu’na. Dikkatinizi çekmiş midir bilmem; Belkahve’den körfeze baktığınızda, bir perspektif yanılsaması ile, deniz, karadan yukarıdaymış gibi görünür. Yıllar sonra, işim nedeniyle on yıl boyunca her gün gidip geldiğim yolun bu noktasına her geldiğimde aynı yanılsamayı yaşadım ve her seferinde bir oh çektim.
Ben oh çekmiştim ama iki yıl önce, dönüşe başladığım noktaya doğru giderken bir başkasının da otobüsten iner inmez, “şükürler olsun” diyerek yeri öptüğüne şahit olmuştum. Akşamın alaca karanlığında yüksek tepelerin arasındaki; dar, kısmen bozuk asfalt yolda zorlukla ilerleyen otobüs iyice yavaşlayıp durduğunda, etrafta, insan öğesine ait hiçbir belirti yoktu. Ne bir ışık ne bir duman. El bagajını kucağında tutan, benim yaşlarda genç biri, kapı açılmadan yerinden hızla kalkarak kapıya yürüdü. Kapı açılır açılmaz çantasıyla birlikte kendini yere atıp “çok şükür Allah’ıma, döndüm” diyerek yeri öpüyordu. Muavin’in “devam” demesiyle ağır ağır hareket eden otobüsteki bazı yolcular koltuklarında yön değiştirip uykularına devam ettiler. Bazıları da, ellerini camda siper ederek alaca karanlıkta kaybolan kişiyi takip etmeye çalıştılar. O gün tam anlamlandıramadığım bu davranışı, Belkahve’de “oh” çekerken daha iyi anladığımı hatırlıyorum.
“Şafak”ları saydığım günlerde, dönüş için başka planlarım vardı aslında. İki yıl önce, ilk kez bu güzergahta yolculuk ederken, yolda gündüz gözüyle gördüğüm doğa harikalarını not etmiş dönüşte mutlaka, bunların tadını çıkara çıkara döneceğimi umut etmiştim. Ancak “evdeki hesap” yine uymamıştı “çarşı’ya”. 1982 yılı haziran başında, bir cumartesi günü öğle vakti, “Yeni Garaj”dan, kafelerdeki televizyonlarda, bir sahnede pembe takım elbise giydirilmiş, “Küçük Emrah” adlı, kara kuru bir küçük çocuğun “feryat”larını izlemek zorunda kaldıktan bir süre sonra kalkan otobüs, Afyonkarahisar, Ankara, Yozgat, Sivas, Erzincan, Erzurum üzerinden ertesi gün akşam saatinde Ağrı’ya getirmişti beni. Güzergâhı böyle bir çırpıda saydığıma bakmayın, “otobüsten indiğimde koltuğun şeklini almıştım” demek abartı olmaz. Yaklaşık otuz saatlik yol yorgunluğunu birkaç saatliğine kiraladığım bir otel odasında atmaya çalışmıştım. Otelde, Ankara “Zırhlı Tümen”den “melbusat torbası”nda getirdiğim “resmi” kıyafetlerimi giyip, bir daha on yedi ay sonra göreceğim kişisel kıyafetlerimi, bir valize koyduktan sonra, yaklaşık bir kilometre ötedeki görev yerine gitmek üzere, benim gibi birkaç “acemi” ile yola koyulmuştuk. Kapıdan girdiğim gün, on yedi ay sonraki çıkış anını imgelemimde canlandırmaya çalışmıştım ancak burada da yaşamın gerçeklerine yenilmiştim.
El ayak çekilmiş sahillere, Eylül’ün hüzünlü rengi düşmüştü. Yollar ıssız, lodos rüzgarlarının etkisiyle denizin köpüklü dalgaları durulmuş, etkisiz salınımlarla nazlı nazlı vuruyordu sahile. Sarı renkli otomobil, bu sessizliği bozup köprüde durduğunda, biraz uzaktaki bahçede çalışan iki kişi, meraklı doğruldular oldukları yerde. Bir an sonra kendilerinden emin, koşarak değil adeta uçarak ulaştılar bana. Yedi kat arşa yükselmiştim sanki kollarında. Neredeyse iki yıl uzak kaldığım annem ve babamla, altı ay hasret gidermiştik, aylaklık mertebesinde. Çocukluk arkadaşlarımla tekrar yaşamıştık çocukluğumuzu. O dönemde bugünün “teknolojik harikaları” yoktu maalesef. Tek iletişim kanalımız: “Öncelikle selam eder ellerinizden öperim. …” şeklinde başlayan mektuplarda, bazı isteklerimi, “meteliğe kurşun” atan bir askerin çizimini yaparak metaforik anlatımlarla dile getiriyordum. Genellikle babamla yazışır, sesini duymak, kokusunu hissetmek adına, annemin de mektubun sonuna birkaç satır kendi el yazısı ile yazmasını isterdim. Her mektubu, özlemle beklediğim yenisi gelene kadar birkaç kez okur, her seferinde ilk kez okuduğum andaki duyguların girdabına kapılırdım.
Yaklaşık seksen hafta süren, dört yüz gün boyunca her sabah, daha horozlar ötmeden kazımak zorunda kaldığım yüzümü dinlendirmek üzere, annemin itirazlarına rağmen uzattığım sakallarımı, 1984 yılının şubat ayında “işbaşı” öncesi kesmeden önce, tozlanmış bir albümün yaprakları arasında bulup sonrasında biraz renklendirdiğim bu siyah-beyaz anı fotoğrafını çektirmiştim.