BÜYÜK ÇAM

Yoğun fırtınalı günlerin yaşandığı geçtiğimiz bir iki hafta öncesinde, Reisdere’den çocukluktan arkadaşım, telefonla aradığında, beni köyde zannederek heyecanla, “merhaba” bile demeden, – “Büyük çam yerinde mi?” diye sordu. Titrek, belli ki üzgün, adeta benim: “yok yahu, kim uyduruyor bunu, yerinde duruyor elbette” dememi ister bir ses tonuyla. İlk başta, aniden karşılaştığım bu soruya pek anlam verememenin şaşkınlığı ile –“ Ne demek yerinde mi?” şeklinde, soruya soru ile karşılık vererek adeta zaman kazanmaya çalışırken Vedat; “Büyük Çam devrilmiş haberin yok mu?” diye devam etti. Gözlerimi kapattım, orada bulunduğum birkaç gün öncesine ait imgelemimdeki: inşaat, beton karıştırıcısı, kalıp, demir, tuğla gibi Reisdere görüntülerini taradım, fakat daha önce yaşadığım, gördüğüm ve fotoğrafladığımı bildiğim görüntülerin dışında, Büyük Çam’a rastlayamadım. Dikkat etmemişim sanırım.

Büyük Çam: bizim “Millet Bahçesi” dediğimiz, köy ilkokulu ve ona çapraz köşeden bitişik bir bahçede, köye ait ortak bir mülk içerisindeki, köyün en ulu ve belki de en eski ağacıydı. O nedenle adı “Büyük Çam”dı. Bu bahçede; okul zamanında, biz öğrenciler; Köy Enstitülü öğretmenimizin, gözetiminde, tarım dersi kapsamında, sebze ekim işleri, bahçedeki ağaçların budanması ve aşılanmasına yönelik uygulamalar yapardık. Aynı zamanda okulun müdürü olan öğretmenimizin lojmanı, bahçenin diğer ucunda, köyü ikiye bölerek Germiyan ve Ildır istikametine giden yolun hemen kenarındaydı. Güzel havalarda, öğretmenimiz sabah lojmandan çıkar, bahçenin kenarından yürür ve büyük çamın altından geçerek, millet bahçesi ile köşelerinden bitişik okul bahçesine, basamak şeklinde dizilmiş taşlara basarak inerdi. Öğretmenimiz Büyük Çam'ın altında göründüğünde, okul bahçesinde koşturmaca, mendil kapmaca ve saklambaç gibi oyunlar oynayan bizler, oyunlarımızı o an keser, birkaç basamakla çıkılan iki sınıflı okulumuzun kapısı önündeki beton platformun gerisinde, beş sınıf, yan yana ikişer sıra, sınıflar arasında birer kişilik boşluk bırakarak, arkaya doğru boy sırasında, bir kol boyu mesafe aralıklarla sıraya geçmiş olurduk bile. Bir put sessizliği içinde O’nun platforma çıkışını beklerdik. O dakikalarda, okul bahçesini çevreleyen taş duvarların dibine çepeçevre ve belli aralıklarla dikili; badem, dut ve çam ağaçlarında çıvıldaşan kuşlar bile sessizliğe bürünür, etrafta sadece başımızda uçuşan sinek ve arı sesleri duyulurdu. Abartmıyorum, o sırada, başınıza konacak veya konmuş bir sinek veya arıyı; bırakın elinizi, başınızı sallayarak bile kovmanız mümkün değildi. Kendisinin orta tondaki “Günaydın!”ına bizim en yüksek perdeden ve hep bir ağızdan “Sağol!” nidamız ile birlikte, o ana kadar çevredeki ağaçlarda sessizliğini koruyan kuşlar, siperdeki bir avcının tüfeğini ateşlemesi sonrası gibi, bir anda kanat çırpıp bağrışarak ağaçları terkederlerdi. Bizler de, bugün bazı askeri birliklerde bile görülmeyecek disiplin ve düzen içinde sınıflarınıza girerdik.

Büyük Çam, hep gözümüzün önünde idi. Herbirimizin düşüncesi de: tabii ki tepesine çıkmak. Ama gel gör ki, sarılınca ancak üç dört kişi ile kavranabilen, aşağıdan bakıldığında tepesi gökyüzüne değen bu ulu ağaca tırmanmak, o yaştaki bizler için mümkün değildi. Zaten tahmin edeceğiniz üzere öğretmenimiz yasaklamıştı. Biz sadece, rüzgarın etkisiyle yere düşen, siyah toz kaplı fıstık tanelerini, iğneli çam yapraklarının arasından toplamak ve etrafta en çok bulunan iki taş arasında kırarak yemekle yetinmek zorundaydık. Ama bunu deneyenler ve başaranlar da vardı. Büyük Çam’ın gövdesine, tepesine doğru, bir merdiven basamağı mesafede aralıklarla, onikilik çiviler çakılmıştı zaten. Bizden yaşça büyük, okulu bitirip “öğretmenin denetiminden çıkmış” Çoban Selko, benim hatırladığım başaranlardan biriydi. Selahattin, büyük bir cesaretle, bir kertenkele gibi ağaca sarılarak ve çivilere basarak yukarıya tırmanır, kopardığı yeşil, içi dolu çam kozlaklarını teker teker aşağıya atardı.
Köyün seksenini aşmış büyükleri, kendilerinin bile çocukluklarından beri onu ulu bir ağaç olarak hatırladıklarını söylerler. Köyde yaşayanların “mübadil” oldukları düşünülürse, kim bilir belki de burada bizden önce yaşamış bir rum tarafından dikilmiş bir ağaçtı Büyük Çam. Neredeyse köyün her yanından görünürdü. O kadar uzun yıllar yaşamış, nice fırtınalar, soğuklar, sıcaklar görmüş böylesine ulu bir ağacın, yine bir fırtınadan sonunun geleceğine inanmak zor.
Yakınına yapılmakta olan bir inşaatın temel işleri sırasında, kökünün zarar görmüş olabileceği düşüncesi, beni apar topar köye attı. İzmir’den “eski yol”u kullanarak gelip Kutlu Aktaş Barajı’nı geçip köy yoluna saptıktan sonra, biz Reisdere’liler için yoldaki eski bir nirengi noktası olan ve geçmişte yol yenileme çalışmaları nedeniyle maalesef, Büyük Çam’ın “akıbet”ine uğramış “Alaçatı Yemişi”nden, köye doğru tırmanırken, birazdan göreceğim manzarayı merak ederek düzlüğe çıktığımda, Büyük Çam’ın imgelemimdeki o şemsiye gibi görüntüsünü göremeyince; kenara çekip durdum. Köy’ün, çatısı uçmuş, adeta korunaksız bir eve dönüşmüş olduğunu, kendimi de çocukluğumda tırmanmayı hayal ettiğim Büyük Çam’ın, zirvesinden yerdeki kuru kozalakların üzerine düşmüş, yüzümün yara bere içinde ve siyah, tozlu fıstık tenelerinin reçineli karası ile kaplandığını hissetim. Oysa ben, daha on yaşlarında bir çocuk iken, her pazar günü akşamı, elimde kitap çantam ve öteberilerle, İzmir’e giden otobüse yetişmek için, üç kilometre ötedeki “dörtyol”a kadar yürürken, tam bu noktadan, yuvadan ayrılmanın hüznüyle geriye baktığımda; cuma akşamları da yine aynı yüklerle, aynı yoldan köye her sevinçli yürüyüşümde, gözüme ilk çarpan bu “şemsiye” olurdu. Yağmur çiselemeye başladı ve camdaki görüntü flu hale gelince, silecekleri çalıştırıp yoluma devam ettim.

Köyü, içinden boydan boya katederek, doğruca Büyük Çam’ın bulunduğu yere, Millet Bahçesi’ne yöneldim. “Görevliler” tarafından kesilerek kökü yerinde bırakılmış fakat gövdesi ve dalları ortadan kaldırılmıştı. Bu konuda bir rapor hazılanmış mıdır? Bilmiyorum. Bir ağaç rüzgârdan devrildi. O kadar, mı? Yaklaşık bir metre çapındaki kökün fotoğraflarını çektim. Gökyüzü, duygularıma eşlik edercesine ince ince ağlıyordu. Yanındaki zeytin ağacının altına sığınmaya çalışarak bir müddet, öylece köke baktım. Gövdeye ne olduğunu, bugün ağaca ve çevreye duyarlılığımız göz önünde bulundurulduğunda ve kültürel yapımızın izdüşümü kapsamında gördüklerimden ve tahmin ettiğim cümleleri duymak istemediğimden kimseye herhangi bir şey sorma gereği duymadan ve daha fazla ıslanmamak için eve döndüm.

Ertesi gün hava açmış güneş kendini göstermişti. Gece yatmadan önce planladığım, tekrar “olay yeri”ne gidip daha kapsamlı bir inceleme yapmak isteği ile acele ile kahvaltı yaptıktan sonra ve sıkıntılı bir halde kökün bulunduğu yere doğru yürüdüm. Giderken gözlerim yukarıdaki “şemsiyeyi” tekrar aradı ama ne yazık ki yoktu. Kökün bulunduğu bölgeye yaklaşırken bazı insan sesleri içeren gürültüler kulağıma çalındı. İlk önce bunu okuldan gelen çocuk sesleri zannettim fakat birden hafta sonu olduğunu hatırladım. Yine çam ağaçları ile çevrili okulumuzun yanından geçerken okulun boş olduğu fakat kıyafetlerinden öğretmen olduklarını sandığım birkaç yetişkin ve foklorik kıyafetler giymiş elinde çiçek demetleri olan çocukların, okuldan çıkarak millet bahçesine doğru yürüdüklerini görünce merakım daha da arttı. Bu merakla, adımlarımı hızlandırarak, kökün bulunduğu yere yaklaşırken gerçekten bir insan kalabalığını ve o bölgedeki çocuk parkında oynayan çocukları gördüm. Kalabalığın ortasında kurulmuş bir kürsüde; beyaz saçlı bir adamın etrafındakilere dönerek konuştuğunu, biraz yaklaşınca bu konuşmanın sanki yabancı bir dilde, kalabalığa katılınca da yunanca olduğunu fark ettim. Yaşlı adamın yanında duran bir hanım konuşmaları Türkçe’ye çeviriyordu. Çevirmenin aktardığına göre: yaşlı adamın annesi, mübadele öncesinde Reisdere’de yaşamış. Sanki bunu ispatlama adına, adam: bir kadının, büyük çamın altında çekilmiş, siyah – beyaz eski bir fotoğrafını elinde tutuyordu. Konuşmacının tam karşısında; Muhtar, yanında Çeşme Belediye Başkanı ve başka resmi giyimli, tanımadığım kadınlı erkekli bir gurup ve kürsünün sağında ve solunda da çoğunluğunu tanıdığım, yaşlı genç Reisdere’liler vardı. Yaşlı adamdan sonra köyün en yaşlılarından Fahri amca, kendi çocukluğundaki benimkine benzer “Büyük Çam” anılarını anlattı.

Derken sunucu, kökün bulunduğu yerin yakınında, beyaz bir örtüyle örtülmüş, Yunan ve Türk bayrakları ile süslenmiş haldeki bir “anıt”ın açılışının yapılacağını anons ederek protokoldekileri eliyle işaret ederek anıtın bulunduğu yere davet etti. Belediye başkanı, muhtar, çevirmene tutunarak yürüyen beyaz saçlı yaşlı adam ve Fahri amca, anıtın başına geçerek etrafına sarılı haldeki kırmızı kurdeleyi, kendilerine gümüş tepsi içinde sunulan makasları alarak hep birlikte kestiler ve üzerine sarılı kumaşı indirdiler. Anıt, kesilen “Büyük Çam”ın, iki metre yüksekliğinde, hava koşullarına karşı korunabilmesi için özel bir cila ile cilalanıp kaplanmış gövdesinin bir bölümüydü. Yekpare Reisdere taşından yontulmuş, yarım metre yüksekliğinde, kenarları yaklaşık bir metre uzunluğunda kare bir kaide üzerine monte edilmişti. Kaidenin yola bakan cephesinin alt kısmına, üzerinde Türkçe ve Yunanca olarak, “Türk ve Yunan halklarının dostluk şemsiyesi Büyük Çam, yüzkırkiki yıl boyunca burada yaşadı” yazıyordu. Bir ara Muhtar'ın yanına yanaşarak “yüzkırkiki yıl”ı sorduğumda: “ziraatten bir uzman gelip kökün halkalarını sayarak yaşını tespit etti” dedi. Bu arada tören boyunca bu tarihi anı belgelemeye çalışan, giydikleri yeleklerde “basın”, “press” yazan fotoğrafçılar ve diğer herkes, cep telefonu ve fotoğraf makineleri ile fotoğraf çekiyorlardı. Ben de bu anı kaçırmamak için elimi fotoğraf çantama attım fakat bir türlü makineye uzanamıyor, bu tarihi görüntüleri kaçırmamak için, ısrarla denememe rağmen sanki kolumu bir şey engelliyor, makineyi çantadan çıkaramıyordum. Oysa evden çıkarken makinemi yanıma aldığıma emindim. Tekrar telaşla çantama uzanmaya çalıştığım bir sırada: “uyan ne oluyor” diye seslenen ve beni kolumdan tutmuş uyandırmaya çalışan eşimle yüz yüze geldim. Birkaç saniye öylece tavana baktıktan sonra doğruldum. Perdeyi araladığımda, dışarıda yağmur devam ediyordu. Uzanıp yorganı başımın üzerine çektim.

Ben, geçmişte Büyük Çam’a; eğitim gereği su vermiştim, tırmanmak(!) için gövdesine sarılmıştım, şahane fıstıklarından tatmıştım ve fotoğraflarını çekmiştim. Şimdi ise; bu ağacı diken, bugüne kadar büyümesine katkı koyan, meyvelerinden yiyip yararlanan, hayal edip tırmanamayan ve tırmanabilen cesur insanlar ve doğa ana adına, kendimce, üç gün yas ilan ettim.
18 Mart 2018